Fahri Doktora Şükran Konuşması
Aydın Nurhan
T.C. Melburn Başkonsolosu
30 Haziran 2010
Muhterem Rektörümüz,
Sayın Başkonsolosumuz,
Aziz Hocalarım, Sevgili Öğrenciler,
Bundan on yıl önce Nahçıvan’dan ayrılırken bir vasiyette bulunmuştum. Birgün emr-i Hak vaki olduğunda ebedi istirahatgâhım Nahçıvan toprağı olsun demiştim. Bukadar sevdiğim aziz Nahçıvan’ımıza beni tekrar davet eden vefakar ve muhterem Rektörümüze ve aramızda bulunan sayın Başkonsolosumuza huzurlarınızda teşekkürü borç biliyorum.
Aziz Hocalarım,
Şubat ayında Nahçıvan Başkonsolosluğumuzun telgrafıyla Üniversitenizin bana Fahri Doktora verme kararını öğrenince hayatımın en duygulu anını yaşadım, yanaklarımdan aşağı mutluluk yaşları süzüldü, emekliliğe hazırlandığım bir sırada, vefalı Azeri kardeşlerimden ömrüm boyunca bana verilmiş olan, ve verilebilecek olan en büyük hediyeyi almıştım.
O an beni, yıllar öncesine, Şikago’ya götürdü. Şikago’da tanışıp dost olduğum büyük tarihçimiz, büyüğüm Halil İnalcık’ın, kitabını benim için imzalarken kapağa yazdığı “mütefekkir diplomatımıza” kelimelerini hatırladım ve Üniversitenizin kararını büyük ihtiramla karşıladım.
Ben doğduğumda bir hafta isimsiz kalmışım. Rahmetli babam benim için uzun süre isim aramış, sonra büyük bir sevinçle anneme koşup “buldum, oğlumun adı AYDIN” demiş. Babam ilim adamı olmamı çok isterdi. Ben de ona layık olmak için akademisyen olmayı istedim, kaderin cilvesi, diplomat oldum.
Bilirsiniz dinimizde güzel bir söz vardır; Allah dünya malını isteyene verirmiş. Ama ilmi, kendi seçtiklerine verirmiş.
Sizler, tanrının özenle seçtiği ilim adamları, beni aranıza fahri olarak kabul ettiğiniz, bana bu şerefi bahşettiğiniz için minnettarım, umarım sizlere, ilim alemine ve can Azerbaycanımıza layık olurum.
Sevgili öğrenciler,
Doktora konuşması hazırlamak doktora tezi yazmaktan çok daha zormuş. Bu unvana layık olma endişesi ile hazırlanmak gerçekten ağır bir yük oldu benim için. İlim adamlarının, onun da ötesinde, hayatta en değerli varlığımız olan çocuklarımızın karşısında konuşulacak konu seçiminden içerik belirlenmesine, çok zorluk çektim. Sonunda siz genç öğrencilerimize geride kalan 61 yılın bende bıraktıklarından naçiz bir demet sunayım dedim.
Batılılar, “Gökkubbe altında söylenmemiş söz kalmadı.” derler. Bugün sizlere belki bildiğiniz fikirleri tekrarlayacağım. Yüzlerce, hatta binlerce yıl birçok mütefekkir aynı fikirleri söyledi. Ama herkes kendince önemli olanı öne çıkardı, fikirler benzer olmakla birlikte zamana ve mekana göre sunum, ambalaj farklıydı. Bu paketler o insanların bir ömür yaşadıklarından, idrak ettikleri, içselleştirdikleri, kendi duygu ve fikir filtrelerinden süzdükleri, özgün mesajlardı.
Umalım, emekliliğine az kalmış vasat bir memurun hazırladığı bu şükran konuşması da, onun akıl ve gönül süzgecinden geçirilmiş samimi bir mesaj olarak kabul edilsin ve bu kutsal camiada hoş sada bıraksın…
Değerli gençler,
Bir akademisyene, yazar veya konuşmacıya en gerekli olan şey çok iyi gözlem yapmak, gözlemler arasında atalarımızın dedikleri gibi “ehemmi mühimden ayırmak”, sonra ayırdığımız darmadağın “ehem”leri, yani en önemlileri ahenkli bir sentezle anlamlı bir paket haline getirebilmek. Bunun için kudretli bir beyin gerekiyor, verileri sentezlerken insan beyni cendereye giriyor, doğum sancıları çekiyor.
Peki bir tez insan beyninde nasıl oluşuyor?
Dünyanın binlerce üniversitesinde sadece master veya doktora unvanını alabilmek uğruna ev ödevi gibi yazılan ezberci, ruhsuz tezler bir yana; gerçek tez, ana rahmine düşen bir yumurta gibidir. Bir anda doğmaz, uzun zaman içinde, kuluçka döneminden geçerek oluşur. Gerçek tezler, çok okuyan tutkulu mütefekkirlerden çıkar.
Mütefekkir adayı, okurken önüne çıkan fikir çiçeklerini ezberlemeye kalkarsa, bu fikirler bahçelerinden koparılmış çiçekler gibi, beyinde kısa sürede solar, ölürler. Namzedimiz, bir gönül hırsızı gibi her çiçekle tek tek ilgilenmeye, yani her fikri ezberlemeye kalkmamalı, bunun için beynini yormamalı, sadece güzelliklerini algılamalı, koklayıp şuuraltına göndermelidir. Buna genel kültür diyoruz.
Mütefekkirimiz fikir bahçelerinde gezinirken zaman içinde bazı çiçekler onun karşısına daha bir sıklıkta çıkarlar, dikkatini çekerler, hadi artık gör beni, diğer güzelleri bırak, sadece benimle ilgilen derler, merakını celbetmeye başlarlar.
İşte bu merak, belki de mütefekkirin başını belaya götürebilecek kadar tutkulu, şehvetli bir aşkın başlangıcıdır. Beyin bir kez bir fikre tutkunlaşınca artık onunla yekvücut olur, Mevlana’dan örneklersek, onu kişiliğinin içinde suda eriyen şeker gibi eritir, kendi kimliği ile yoğurur, bazan ideoloji ve doktrine varan katılıkta entelektüel kimliği, tezi haline getirir.
Bu noktada doğum sancıları mutlu bir sona ulaşır, teziniz kendiliğinden, suyun kaynaktan taştığı gibi taşar, zaten isteseniz de dizginleyemezsiniz onu, mutlaka topluma ulaşır.
Şimdi de gelin bu romantik aşk hikayesini bir ihanetle noktalayalım.
Gerçek bir alim daima şüphecidir, aşkından daima şüphelenecek, belki de gün gelecek yaşlanan sevgiliyi terkedip bahçede bambaşka renkte, yepyeni bir çiçeğe aşık olacak, eski aşkına ihanet edecek, hatta onu lanetleyecektir? Zira bilimde yobazlığa yer yoktur… Karl Popper’in dediği gibi, yanlışlanamayan bilgi bilimsel değildir, dogmadır.
Değerli öğrenciler,
İsterseniz bu noktada biraz da aydınlanmış beyinleri konuşalım.
Aydın için öncelik, deliler gibi okumak, ezberlememek için, unutmak için okumak. Gerçek bir aydının ulaştığı en önemli rütbe, ilgilendiği alandaki birikimler sonunda “doğru soruları sorabilme” aşamasına erişebilmektir. İlme talip olma, ilim kapısından içeri girmek ancak bu rütbeden sonra gelir.
İlim için ilk koşul “özgür ve iyi ruh”tur. Gerçek bir alim hiçbir ideolojiye, tarikate, dünyevi çıkar grubuna abone olamaz, ruhunu satamaz, köle olmamış ruhu özgürlüğün yudum yudum tadını çıkarır bir ömür. Alim kıskanç, kinci, partizan olamaz, o takdirde sevmediğinin doğru fikrine de karşı çıkar, böyle bir “nefs” ilme ve özgür ruhuna ihanet etmiş olur.
Alim kişi hem okuyan, hem gezen kişidir. O nedenle mutlaka yurtdışına sık sık seyahat edin, mümkünse tahsilinizin bir bölümünü yurtdışında geçirin, beyniniz karşıt yaşam tarzlarıyla sınansın, esnekleşsin, hoşgörü kazansın, taşralı, feodal olmaktan kurtulursunuz. Türkiye taşralı yöneticiler yüzünden gereksiz zaman kaybetti.
Sevgili Gençler,
Yine, bir düşünürün dediği gibi, aydın, psikolojik sorunlu insandır. Şüphecidir, kritik düşünür. Düzenden rahatsız, huzursuzdur, onu daima daha iyiye götürmek ister. Düzeni ya devrimle değiştirmek, ya da evrimle düzeltmek ister. Bu psikolojik bozukluk da devlet rejimi ile başını derde sokar, mesleğinde yükselemez, toplumdan dışlanabilir, yalnızdır.
Bir önemli husus, “aydın”ı uzmanla karıştırmayın. Yarın dâhî bir sanatçı, doktor, mimar veya apolet ve makam sahibi olabilirsiniz. Ama tahsilsiz bir musluk tamircisi gibi günde 18 saat monoton şekilde aynı işi yapar, yaşamın diğer alanlarını ıskalarsanız, toplum yanlış algıyla sizi gerçek bir aydın sanıp fikrinizi sorduğunda, haddinizi bilmeyip mahçup duruma düşebilirsiniz, Sokrates’den hatırladığım bu fikri de ömür boyu aklınızda tutmanızı tavsiye ediyorum.
Sanatçı deyince kaydedelim ki, bir insanı “sahici insan” yapan, hayatına gerçek anlam ve lezzet kazandıran vasıf belki de akıl veya bilgi değil, “TUTKU”. Kendi kendini aşma, tanrının güzelliğinden bir parça çalıp insanlığa indirme diyebileceğimiz sanatı, mükemmeli, bir anlamda tanrılaşmayı delicesine arama tutkusu insanı yüce kişi yapan değer. Tutkusuz insan kuru, ruhsuz insan. Yaratamaz, bir davaya adanamaz, cesur değildir. İnanmayan insan başkalarını da inandıramaz. Yücelmenin kökünde belki de psikolojik bir bozukluk olan tutkular ve hırs var.
Tutkular insanın başına dertler açabilir, hatta hapse de düşürebilir. Ama şeytani değil, aksine insanlığın hayrına ise, ahlak ile bezenmişse, ödenen bedel de lezzetlidir, sürü içinde güdülmüş ruhların ömürlerinden daha anlamlıdır.
Ahlak ile bezenmemiş ilim ile ihtiras, şeytana hizmet eder, bizim medeniyetimizde acımasız, kaba “ideoloji”ye yer yoktur. Aydın kişi tanrının güçlü, ama bir o kadar da tehlikeli fikri silahlarla donattığı kişidir. Ortaya saldığı her sözün, her satırın sonuçlarından sorumludur. İlmini şeytana satıp fitne, nifak, nefret, kışkırtma, savaş ve masum insanlara ölüm saçabilecek gücü vardır. Bu tehlikenin panzehiri, ruhun mana ile beslenmesidir.
Aydın, ruhunda madde ile manayı ahenk içinde götürebilsin, aykırılıkla kıvranan ruhunda, Mecnun’un Leyla’sını aradığı gibi daima platonik bir “makul” arasın.
Aydın konumuzu isterseniz çok eski, beş kelimelik mini şiir denememizle tamamlayalım:
Aydın…
Aykırı düşünen!
Makulü bulan?…
Sevgili gençler,
Mütefekkir için sürekli okumak ve düşünmek gerek diyoruz. Bunun için bol “zaman” gerek. Ama 21. Yüzyılda yaşıyoruz ve zaman çok hızlandı.
Benim çocukluğumda televizyon ve internet yoktu, medya bukadar yaygın değildi.
Büyüklerimizin elinde az bilgi,
Ama tefekkür için çok zaman
vardı.
Şimdi sizlerde çok bilgi,
Ama tefekkür için az zaman
var.
Küresel köyde bilgi okadar hızlı üretilip tüketiliyor ki, haberler bir yana, günde dünya ve ülkeniz hakkında, 100 sayfadan aşağı ciddi makale okumadığınız takdirde dünya gündeminin dışına düşüyorsunuz, sonra da bu sür’ate yetişmeniz çok zorlaşıyor.
Medyadan yağan bilginin dışına çıkıp bir nefeslik kitap okuyup tefekküre daldığınızda günlük gelişmeler sizi geride bırakıveriyor. Düşünecek vaktimiz olmadığı için artık büyük filozoflar yetişmiyor, meslekleri icabı gündemi takip zorunda kalanlar da ancak “makale aydını” olabiliyorlar.
Küresel köyün gündemini takipten yorulup vazgeçen gerçek kitap ve tefekkür aşıkları dünya gerçeklerinden kopup, kendi izole dünyalarında yaşamak zorunda kalıyorlar, hızlanan tarih seli içinde bilgileri ve ürettikleri fikir eskimiş oluyor, ciddiye alınmıyorlar.
Tarihte, Atatürk de dahil olmak üzere, okumaya büyük vakit ayıran devlet adamları, teori ve pratiğe briç oynatabilen insanlardı. Yönetim pratiğinden edindikleri verileri, okuma ve tefekkürleriyle yoğurup, soyutlaştırıp teoriye yükseliyor, sonra teorileştirdikleri tecrübelerini tekrar pratik yaşama uygulamaya çalışıyorlardı.
Şimdi artık Teori ve pratik birbirinden koptu, tefekküre, pratik hayata uygulayabileceğiniz teoriyi üretmeye vaktiniz yok, pratik tecrübelerinizi de vakit bulup kitaba ve tefekküre vurup soyutlayamıyorsunuz. Bu açığı günümüzde “Think Tank”ler kapatmaya çabalıyorlar, ama felsefe alanında ne kadar başarılılar, şüphe götürür.
Üniversite yıllarımda bir hatırat kitabı okumuştum, yazar sevmediği bir adam için, aklımda kaldığı kadarıyla “çok okumaktan beyni sulanmış, et kafa, pratik hayatta işe yaramaz” diyordu. O yazıyı okuduktan sonra kendime söz verdim, hem okuyacaktım ve hem de eylem adamı olacak, teori ile pratiğe briç oynatacaktım. Tüm çalışma hayatımda bu dengeyi gözetmeye çabaladım, detayda boğulmayan, pratik zihniyetli, iş bitirmeyi hedefleyen yönetici oldum.
Değerli Gençler,
Beynimizi kullanma konusunda bir de münazara alanına girelim derim.
Bir münazarayı güçlü ezber ve ansiklopedik bilgi sahibi mi kazanır, yoksa konuya soyutlama, kavramlaştırma, tarihi, felsefi, akademik açıdan, yani geniş bir ufuktan bakan mı kazanır?
Ezberiniz güçlü ve ansiklopedik bilgi sahibi iseniz, bu silahlar münazara kazanmakta ve kişisel tatmin için oldukça etkin silahlar. Ama sadece taktik, geçici, hatta tartışmada muhatabınızın onurunu fazlaca ezdiyseniz, stratejik olarak tehlikeli silahlar!
Ama bu iki vasfın yanına bir de soyutlama, kavramlaştırma, tefekkür ve yaratıcılıkla, stratejik kazanç için bakmayı ilave edebilirseniz, ideal bir beyin kullanma avantajını yakalamış olursunuz.
Yaşam tecrübem, hafızası ve ezberi güçlü olanların tefekkürde tembelleştiklerini, herşeyi soyutlayıp tefekküre vuranların da hafıza ve ezberlerinin zamanla köreldiğini gösteriyor.
Allah bazı kullarına iki hasleti birarada veriyor ki, bu kudretli beyinler aramızdaki müstesna dâhîler. Ama tekrar edelim, aslında kudretli beyin uykudaki potansiyel, tek başına bir değer değil. Bu potansiyeli harekete getirecek, insanlık için değer yapacak şey, “TUTKU”.
Değerli Öğrencilerim,
Hayat bir maraton. Hayat güçlüklerle dolu. Siz üniversiteliler hayatlarınızı kaslarınızla değil, beyinlerinizle kazanacaksınız, beyinlerinize mukayyet olun, içki ve uyuşturucu ile tek sermayeniz olan beyninizi mahvetmeyin.
İyi ahlak sahibi olun. Bunu cami imamı gibi ahiret kasdıyla söylemiyorum. Günümüzde hiçbir suç gizli kalmıyor, ömrünüzü suçunuzun bir gün açığa çıkacağı korkusuyla geçirmek istemiyorsanız öğrenciliğinizden itibaren dürüst yaşamayı öğrenin, şunu bilin ki, bugün için masum bir kusur gibi görünen suçunuz yıllar sonra çok yüksek makamlara geldiğinizde şantajla önünüze konabilir, vatanınıza ihanet etmeniz bile istenebilir, sinir sisteminiz çökebilir.
Batılı ülkelerde bu oyun öyle acımasızca oynanıyor ki, bazan yüksek makamlar için özellikle açığı olan insanlar seçilip yükseltiliyor, bu insanlar nasıl ve neden yükseltildiklerini bile bilmiyorlar, ve bir gün geliyor, şantaj karşılarına çıkıveriyor. Şantaj oyunu sadece kişinin kendisiyle sınırlı kalmıyor, acımasızca aile fertlerinin de açıkları kullanılabiliyor.
Ahlaklı yaşamak mutluluğun en kolay anahtarı.
Ahlak din kaynaklı olabileceği gibi, dünyevi burjuva sosyal kontratından da kaynaklanabilir.
Özellikle köyden kente geçişin hızlı olduğu dönemlerde köyün din ve gelenek kaynaklı ahlakından hızla kopan, buna karşın metropoliten yaşamın gerektirdiği laik ahlakı aynı hızla içselleştiremeyen insan ahlak bunalımına düşmekte, ahlaksızlıkta hayvandan daha aşağı örnekler sergilemektedir.
Moderniteyi ideolojik olarak algılayan feodal ülke ayrıcalıklıları, Avrupa burjuva ahlakının yüzyıllar içinde evrildiğini, gelişmekte olan toplumlarda da bir burjuvanın enaz beş nesilde yetişebileceği gerçeğini idrak edemiyor, burjuvalaşmaya geçiş döneminde hızla yokolmasını istedikleri din ahlakının yerine burjuva ahlakının “bir gecede” nasıl oluşturulabileceğinin mantıklı, akademik yanıtını bulamıyorlar.
İnsan denilen mahluk beynin sınırlı kapasitesi ile bunun ötesinin metafizik arayışı içinde gitgeller içinde bunalmış bir varlık. Gerçekte din ve felsefe “niçin” sorusuna cevap arayıp iç huzuru bulmamıza yardım eden müesseseler. İnsan madde ile manayı birarada götürmeyi becerdiği oranda mutludur.
Evet Sevgili Gençler,
Lezzetiyle yaşanmış bir hayat dengeli bir hayattır, zaman dar diye hayatın güzelliklerinden, sanattan, dostlarla sohbetten, spordan ve ibadetten geri kalmamak gerekir. İlim bile olsa, tek bir alana hapsolmuş insanın ufku ve yaratıcılığı daralır, beyni, dolayısıyla hayatı yavanlaşır. Aile, iş, ilim, sosyal ilişkiler, ibadet, sanat ve spor arasında dengeli, ahenkli düzen kuramayan insan mutsuzdur, kayıptadır.
Unutmayın ki insan sosyal hayvandır, sevilmek, beğenilmek, sayılmak ister. Özellikle çocukken yeterince şefkat görmemiş bazı insanlar sonraları toplumda saygın olmak uğruna ağır bedel öderler, kasılıp şişim şişim gezinirler, olduklarından fazla görünmeye çabalarlar, gerçekte ise o sert görünüşün gerisinde susamışcasına sevgi ararlar.
Bu yalancı hayat için ödeyeceğiniz bedel, getirisinden çok daha ağırdır, çekilmez azaptır.
Unutmayın, en mutlu insan kendisi ile barışık olan, sahip olduğu maddi ve manevi değerlerle mutlu olmayı becerebilen, toplumunun makulü ile de barışık insandır..
Siz siz olun, halkına yabancılaşıp başka milletlerin hayatına özenen, bir ömür yalancı, yapmacık yaşayan suni ruhlardan olmayın.
Tekrar edelim, bir burjuva enaz 5 nesilde yetişir, köy kökenli olduğunuzu reddetmeyin, gizlemeyin, kentsoylu olduğunuzu beyhude ispat çabasıyla ailenizin köyde, taşrada kalan bölümünün değerleriyle alay etmeyin, mahalli kıyafetleriyle yanınıza geldiklerinde onlardan utanmayın, kaçmayın. Bu davranış sizi küçültmez, yüceltir. Atalarımız aslını inkar eden haramzade demişler, unutmayın. Aslınızdan kaçamazsınız! Ona düşman olmayın, onun değerlerini modernitede yeniden yorumlayın.
Yabancıları taklit etmeyin, yalancı hayat geçici bir rüyadır, hakkıyla, doyasıya yaşanmamış hayattır.
Yine bir mini şiir;
Ahmaklar mutludurlar.
Uyanana kadar…
Uyanınca;
Bedbaht olurlar!
Taşralı aslından utanıp kısa yoldan burjuva olmaya özenenlere de bir önerim var. Kentsoylu olmanın en önemli koşulu topluma saygıdır. Modern burjuva toplumu, laik burjuva kontratına uymayan saygısız insanları hemen dışlar, aşağılar. Toplumda aşağılanmak istemiyorsanız, öncelikle her sabah duş alın, iç çamaşırlarınızı, gömleğinizi ve çorabınızı hergün değiştirin.
Avrupa’da yıllar önce makam odama zengin bir işadamımız gelmişti, adam o şık, çağdaş görüntüsü içinde okadar pis kokuyordu ki, koltuklara sinen ekşi, geniz yakan koku iki hafta süreyle çıkmadı… Böyle sahte, görünüşte çağdaş olmak istemiyorsanız temiz olun, çocuklarınızı da her sabah duş almaya, tuvalet terbiyesine ve dişlerini fırçalamaya küçükten alıştırın.
İnsani ilişkilerde benim çok geç öğrendiğim bir husus VÜCUT DİLİ’dir. Sizler çok zarif, çok terbiyeli konuştuğunuzu zannederken vücut diliniz sizin haberiniz olmadan karşınızdaki insana küfredebilir, şuuraltınızı ele verebilir. Özellikle iş hayatında amirlerinizle ilişkilerinizde vücut diline dikkat edin, farkında olmadan zehirli mesajlar göndermeyin amirinize.
Tavsiyem, tez elden vücut dili kitapları almanız, üniversitemizin de bu konuyu tüm fakültelerde, ama özellikle işletmecilik fakültesinde müfredatına, koymasıdır.
Sevgili Öğrencilerim,
Şimdi de isterseniz biraz siyaset yapalım.
Orta Çağda ahiret için yaşayan Avrupa köylüsü, sanayi devriminden sonra bu dünya malına uyandı. Asya, Afrika ve Latin Amerika ise yaklaşık 2 asır sonra uyandı dünya malının lezzetine. Eskiden köyde yaşayan kapalı feodal toplumları merkezde devşirme bir elit yönetirdi.
Köyden çıkıp köylüsüne, köyde bıraktığı halasına, dayısına, köyünün değerlerine yabancılaşan, hatta onlardan nefret edenlerin merkezi elitist sistemleri günümüzde hızla çökmekte, moderniteyi tarihi kimlikleriyle yeniden yoğuran yeni kentsoylular dünyanın her tarafında iktidarları devralmakta, bir anlamda küresel demokratik ihtilal yaşanmaktadır.
Biz Türkler bu gerçeklere göz yumamayız, zira yükselme çağındayız, 21. Yüzyıl bizim yüzyılımız olacak. Dünya ekonomik ağırlığı Asya’ya kayarken Batı ile Doğu dengesinde teraziyi sapından tutanlar Türk Cumhuriyetleri olacak.
Değerli Türk Gençleri,
Biz Türkler Doğu’dan Batı’ya tarihi yolculuğumuzda nerede çürümüş bir medeniyet gördüysek onu ele alıp hayat öpücüğü verdik ve ömrünü uzattık. 21. Yüzyıl benzer bir tarihi görevin işaretlerini vermekte…
Bu tarihi görev bilinciyle yetişmelisiniz. Cihanşümul medeniyetin çocukları olarak dar, ırkçı, tek-tip minik devlet zihniyetiyle değil, kendine güvenli, çoğulcu, tüm dünyanın mes’uliyetini üzerinde hisseden nesiller olmalısınız.
Sizler tarihte geçmiş en önemli medeniyetlerden birinin çocuklarısınız, tarihinizi iyi okuyun, başınız öne eğik gezmeyin. Ve, Tarihinizi yazmayı yabancılara bırakmayın.
Tekrar ediyorum, ırkçılar ufalır, paramparça mini devletciklere bölünürler. Bizi ırkçılığa, üniform, yani tektip toplum kalmaya zorlayanlar, parçalanmamızı, mini devlet kalmamızı isteyen, yeniden cihanşümul rol üstlenmemizi engellemeye çalışanlardır, bu oyuna gelmeyin.
Türk İslam medeniyeti “tolerans” kelimesini bilmez ve sevmez. Tolerans “öteki” saydığımıza “tahammül” etmektir, ruha işkencedir. Türk İslam medeniyetinin felsefesi “Ahenk içinde ortak-yaşam”dır. Atalarımızın medeniyeti, “herkesin kendisi olmasına izin veren” medeniyettir. Atalarımız tüm din ve ırklara saygılı insanlardı. Onlar için ortak yaşamın direği ise Adalet kavramıydı. Herkes birbirini ötekileştirmeden olduğu gibi kabul eder, birbirinin farklı yaşam tercihine “saygı” gösterirdi.
Buna karşın Batı medeniyeti adalet değil, güç üzerine kuruludur, “exclusive”dir, dışlayıcıdır, “ya benim yaşam tarzımı kabul edersin, ya düşmanımsın” felsefesi üzerine oturur, farklı olanla ortak yaşama becerisi yoktur. Yöneticilerimizin özellikle pozitivist modernite ile pekişen ve aynı ülke içindeki kardeş toplumları bile birbirine düşman eden bu tarihi virüse, bulaşıcı hastalığa karşı uyanık olmalarında, yarar vardır.
Batı’da II. Dünya Savaşından sonra Holokost suçluluk duygusu ve yükselen ekonomik refah seviyesi üzerine oturan, sadece yarım asırlık çokkültürlülük ve “tolerans” denemesi, küresel rekabette Batı ekonomilerinin göreceli üstünlüklerini kaybetmeleri ve işsizliğin yüzde yirmilere çıkması oranında iflasa gitmektedir.
Avrupa’da şu anda Türklere ve müslümanlara reva görülenler, holokost öncesi Yahudilere yapılanları andırmaktadır, Avrupa müslümanlarının geleceği ve Avrupa çokkültürlülüğü için umut vermemektedir. İslam terörü sloganını sürekli vurgulayan ABD de artık eski ABD değildir.
Evet Aziz Öğrencilerim,
Konuşmamın sonuna yaklaşırken eğitim pedagojisi kaygısı ile, anlattıklarımın “İDRAK”inizde eriyip erimediğini algılamaya çalışıyorum.
İdrakin kardeş kavramı belki “ilmi ile amel etmek” olabilir. Tecrübe ve tavsiyeleri genç yaşta ciddiye alıp içselleştirebilen, ötesi, o akıl ile amel edebilen iradeli, güçlü ruhlar hayatı erken yaşta lezzetle yudumlamaya başlayabilir, kimi de yetmişinde hala aynı hataları tekrarlayıp pejmürde bir hayat ile sürünür…
Değerli Dostum, Aziz Hocam, Rektörümüz İsmail Aliyev Beyefendi,
Aziz Hocalarım,
Şu andan itibaren fahri Doktor olarak aranıza katılmış bulunuyorum.
Bana bahşettiğiniz bu kutsal hediyeyi, beni yoksulluk içinde okutmalarının ötesinde, hayata iyimser ve güçlü yetiştiren anneciğime ve rahmetli babama ithaf ediyorum.
Sevgili Öğrencilerim,
Şu anda bana verilen bu diploma aslında üniversitemizin sizlere bir armağanı, sizler için bir ışık, bir umut. Hiç ummadığınız, herşeyin bittiğini sandığınız anda insana gelebilecek yüce mükafatların müjdecisi.
Sözlerimi bitirirken son bir hususa değinmek istiyorum.
Konuşma metnimi yazdıktan sonra “ehemler-mühimler” müsveddeleri arasında sayfalar dolusu güzel fikir çöptenekesine gitti, ama birini atmaya kıyamadım.
Buna iyi kulak verin.
Yarın anne-baba olacaksınız. Özellikle baba olacaklara sesleniyorum. Çocuklarınızla sıkı ilgilenin, onları kucaklayıp öpmekten çekinmeyin, günde enaz beş kez, ibadet eder gibi, “dokunun” çocuklarınıza. O şefkatli dokunuş, yavrularınızın güven ve huzur içinde büyümelerine yardım edecek, hayatın zorlukları karşısında iyimser ve güçlü olmalarını sağlayacaktır.
Bugün karşınızda konuşan kişi hayatta çok sıkıntı çekti. Onu bu yaşta hala dimdik, çelik gibi ayakta tutan, aldığı sıcacık ana-baba şefkatidir! Aziz olsunlar.
Nahçıvan Özel Üniversitesi