Aydın Nurhan
Çeşme, 2022

Kıbrıs konusuna Dışişleri Bakanlığı Hudut Dairesindeki bir anımla başlamak istiyorum. Uzun yıllar önce, genç ve heyecanlı bir memur olarak, kendi inisiyatifimle arşive girip Türk-Yunan ilişkileri konusunda bir rapor yazmaya başladım. Genel Müdürüm ne yaptığımı sorunca da, safiyane, ”Kripto yazışmaları tarıyorum, Türkiye’nin Yunanistan politikasındaki hataları bulmaya çalışıyorum.” yanıtını verdim. Genel Müdür sinirlendi, senin ne haddine dedi ve araştırmayı derhal bırakmamı emretti. Ben bu kez yemek tatillerine çıkmayarak çalışmama devam ettim. Yine yakalandım ve ciddi bir ihtar yedim. Sonunda 20 sayfa civarındaki çalışmamı bitirdim ve götürüp Genel Müdüre teslim ettim. Hiddetle bağırdı, sicilimi bozdu ve o zamanlar meslek memurları için sürgün anlamına gelen bir Başkonsolosluğa tayin edildim.

Konuya niçin bu hatıra ile girdim?
O rapordan aklımda kalan bir ibret için.
”Yunanistan’la aramız ne zaman düzelmiş, Yunanistan bizden birşeyler kapmış götürmüş.”
Yunanistan ile ilişkilerde siyasetçilerimiz, genç diplomatlarımız uyanık olsunlar istedim.

İkincisi de; yönetimde ciddi işlerin bireylerin anlık tepkilerine, zihniyetlerine, kişisel tercihlerine bırakılmaması gereğine dikkat çekmek istedim.

Konuya girmişken iki hatıra daha; Dışişleri Bakanlığı giriş sözlü sınavında hem Rauf Denktaş’ı Rum liderlere eş görüp, hem de statüsüne uygun protokolun uygulanmayışına, örneğin Esenboğa’da alt düzeyde bir memurla karşılama uygulamasına dikkat çekmiş, tezatlarımızı vurgulamıştım.

Keza bir tezat; Cidde’de İslam Konferansı Teşkilatı zirve toplantısına katılan ve her zamanki gibi mükemmel bir konuşma yapan rahmetli Denktaş otelde heyetimizden ayrı, yapa yalnız idi, ilgilendim, beni masasına davet etti, derslerle dolu bir akşam yemeği sohbetimiz oldu. Ardından da çektiği fotoğrafımı gönderdi, hala onun anısı ile saklarım. Bu anımı da, Kıbrıs’a ve rahmetli Denktaş’a verdiğimiz önem ile bağdaşmayan davranışlarımıza, kafa karışıklığına örnek olsun diye kaydettim.

Gelelim Kıbrısımıza.

Kıbrıs 1571 yılından günümüze Türk adasıdır. Hukuken 1923 tarihli Lozan anlaşması ile İngiliz hakimiyetine girmiş, 1960 yılında Türk Rum ortaklığında Cumhuriyet olmuştur. Yani ada hukuken sadece 37 yıl İngiliz adasıdır. Kıbrıs, bu 37 yıllık hukuki istisna dışında 1571’den günümüze Türk adasıdır. Tabii başta ABD, Batılı ülkeler dünyaya dayattıkları ”Rule of Law” ahlakına inanıyorlar ise..

Kıbrıs konusundaki en önemli ve etkin sorun psikolojik sorundur. Kıbrıs’ın Türk ve Rum hafızasındaki tarihi, İngiliz fiili yönetimiyle başlar. Yarım milenyuma yakın Osmanlı devri ise, bir insan ömrü kadar kısa zamanda (sadece 82 yıl) hafızalardan kazınmıştır. Sadece adanın değil. Bütün dünyanın zihninden kazınmıştır.

Hatayı dışarıda aramamak gerekir. Cumhuriyet kurulurken Osmanlı ”öteki” ilan edilmiş, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu tarihten, hafızalardan silinmeye çalışılmıştır. Yalnız Anadolu Türkünün değil, Kıbrıs Türkünün de hafıza kaybının acı sonuçlarından birini Kıbrıs’ta görmekteyiz. Rahmetli Denktaş’tan bizzat dinlediğim ”Kıbrıs’ta dine yeterince önem vermedik.” itirafı da Kıbrıs Türk kimliğinin Rum karşısındaki handikaplarından birini oluşturmuştur.

Nerede ise 500 yıllık Türk adasında tarihsel süreç Rumların Türk yönetiminden kopuş süreci iken, hem Türk’e, ve hem de Rum’a unutturulan Osmanlı asırları nedeniyle ada tarihi, uluslararası literatürde, 82 yıllık İngiliz yönetimi ve o yönetime Rum isyanıyla başlatılmaktadır.

Rumların Megali İdea ve enosis planına karşı Türk tepkisi ise; Hristiyan Batı dünyasına, ”Rum Devletine karşı azınlık isyanı” olarak lanse edilmektedir. Yine acıdır ki, ada Türkleri Rumların tarih tezini kabullenmiş durumdadırlar. Yani tarih sürecinde Türk’den kopmaya çalışan Rum değil, Rum’dan bağımsız olmaya çalışan Türk imajı ruhlara sinmiştir. Kıbrıslı Türk bunun aksini düşünemez hale getirilmiştir.

Bir başka psikolojik ve daha da önemlisi, stratejik hata; Batı televizyonlarında Türk ”mezalimini” ağlayarak anlatan, merhamet dilenen Ermeni komitacı örneği, Kıbrıs Türk’ü de ”kendisinden güçlü, onu ezen” Rum’u Hristiyan dünyasına şikayet eder, bundan medet umar pozisyona düşürülmüştür. Bu son derece yanlış, Hristiyan Batılı ruhunda hiç bir etkisi olmayan politikadır. Tarihi psikolojik üstünlüğümüz Batı dünyasına mağduriyet imajı vermek için feda edilmemelidir.

Yapacağımız ilk iş bu pasif psikolojik yaklaşımı düzeltmek, ters çevirmek, doğal rayına oturtmak olmalıdır.

Hatırlanacağı gibi Venediklilerden alınan adanın nüfusu 18. Asır başlarına kadar Türk çoğunlukludur. 18. YY’da adaya Rum akını başlamış, 1955 yılında kurulan Rum EOKA terörü sonucu 33 Türk köyünde etnik temizlik yapılmıştır. Ona rağmen Türkiye’den adaya nüfus ihracı Rumlar tarafından savaş suçu, kolonizasyon olarak gösterilmeye çalışılmıştır.

Yunanistan, kuruluşundan beri Avrupa desteği ile 7 kez büyümüş, bu bedelsiz, kolay büyümenin sarhoşluğu ile büyümenin Kıbrıs ile devam edeceği zehabına kapılmıştır. Osmanlı parçalanma sürecinin bittiğini, onun yerini yükselme çağındaki Cumhuriyetin aldığını idrak edememiştir.

20 Temmuz 1974 günü Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. Osmanlı çöküşünün, dağılma çağının kapandığının, Cumhuriyetin yükselme çağına girdiğinin dünyaya ilanıdır. ASALA, PKK, DHKPC, FETÖ vb. belalar bu harekat akabinde uç vermeye başlamıştır.

1955 yılında başlatılan Etnik temizlik, 1963 Akritas Planı ile devam ettirilmeye çalışılmıştır. Bu planda yurtdışında kalan Türklere yeterince sahip çıkmayan Osmanlı artığı devşirme bürokratik yönetim tarzının Rumları cesaretlendirdiği anlaşılmaktadır. 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyetinin kısa ömürlü olmasında bu şımarıklığın ciddi etkisi vardır.

Bu noktada tartışmamız gereken bir tarih sorunu vardır. ”Devlet Devlet için midir? Devlet halk için midir?” sorusunu sorduğumuzda, Osmanlı siyasi sisteminde Devlet Devlet içindir sonucu açıkça görülmektedir. Devletle özdeş devşirme bürokrasi, milletler sistemi içinde halkları vergi koşuluyla (Türk’e mecburi askerlik ilavesi ile) kendi hallerine bırakmış, yaşam tarzlarına karışmamış, hatta onlara lakayt kalmıştır. Devlet halkçı olmadığı için sınırları dışında kalan ”Türk”e sahip çıkmak önceliği de olmamıştır. Türk’ün aşil topuğu, başsız kaldığında güçsüz kalmasıdır. Yurtdışında başsız kalan Türk de güçsüz, sahipsiz kalmıştır. Hatta Arap ülkelerinde bile asimile olmuştur.

Kıbrıs olayına bu tarihi perspektiften bakıldığında, Kıbrıs Türk’ünü sahiplenmenin demokrasi deneyimiyle, yani Demokrat Parti ile başladığını görüyoruz. Türk Devletinin Demokrat Parti ile olaya dahil olması, çöken Osmanlı lakaytlığının demokratik Cumhuriyet’te düzeltilmesi çabası olarak değerlendirilebilir.

Kıbrıs konusunda önemli itiraf; Osmanlı’dan kesintisiz tevarüs ettiğimiz Türk devşirme bürokrasisi için önceliğin Kıbrıs ”halkı” değil, Türk Devlet çıkarları olduğudur.

Bilindiği gibi Yunanistan aşağıdan yukarı, halk tarafından kurulmuş bir devlet iken, Osmanlı ve onun devamı Cumhriyet yukarıdan aşağı, yönetici kadrolarca kurulmuştur. Keza modernite Avrupa’da ”grassroots” yani alttan, halktan yukarı oluşmuşken, Osmanlı ve Cumhuriyet modernizasyonları yukarıdan aşağı zorlama ile olmuştur. Bu zihniyet, Osmanlı’nın ”idraksız Türk”ünü, Cumhuriyet’in ”öküz Anadolulu”sunu medenileştirme, ehlileştirme misyonunu üstlenmiş elitin, bizzat içinden çıktığı Anadolu halkına hoyrat davranışının temelini oluşturmuştur.

Kıbrıs Türkü İngiliz idaresi ve Rum mezaliminden sonra Türkiye’ye kurtarıcı olarak sarılmıştır. 1974 harekatından sonra yönetiminde etkili olan, adada asker tutan, memur maaşını veren Türkiye bürokrasisinin Anadolu Türküne gösteriği hoyrat davranış alışkanlığı ile karşılaşan ada Türk’ü, ilk hayal kırıklığını yaşamıştır. Türk bürokrasisinin Kıbrıs Türk’ünün 82 yıllık İngiliz yönetiminde geçirdiği siyasi değişimi idrak edememesi, adada bir bölüm halkın Türkiye’ye yabancılaşmasına, Türkiye ile birleşme fikrinden soğumasına yolaçmıştır.

Tekrar edelim, devşirme Devlet aklı için öncelik ada Türk’ü olmamış, Osmanlı stratejik aklıyla Türk Devletinin Akdeniz’deki çıkarları olmuştur.

Önceliğin ada Türkü olmadığı şuradan bellidir ki, adanın Rum tarafı hızla kalkınırken Türk Devlet aklı adanın Türk nüfusunun gerçek ekonomik kalkınması için pek yaratıcı çaba içinde olmamıştır. Türk Dışişleri de geleneksel temkin politikası içinde siyasi karar vericilere yaratıcı çözümler önerememiştir.

Türkiye’de burjuva sınıfının oluşması ve buna paralel olarak Türk halkının Devlet elitleri karşısında cesur tavırlar alması ve demokrasinin oturmasına paralel olarak askeri ve sivil bürokrasimiz sınırlarını öğrenecek, bu yumuşama Kıbrıs Türklerine yaklaşımımızda da olumlu sonuçlara yolaçacaktır.

Bu noktada ele alınması gereken önemli hususlar anavatanla kültürel yırtılma, demografi ve ekonomidir. Vaktiyle merhum Rauf Denktaş’ın itirafıyla sabit olduğu gibi, ada Türkünün, Türk’ü Türk yapan en önemli kimlik olan İslam konusundaki bilincin hızla kaybettirilmesi, Türkiye ile bağlarının zayıflamasına etkide bulunmuştur. Adada yaygın İngilizce eğitimi de ada Türkünün gözünü Türkiye’den ziyade İngiltere ve onun kolonilerine çevirmesine, adadan göçe, nüfus kanamasına yolaçmıştır.

Ada ekonomisi, sanki üzerine ölü toprağı ekilmiş gibidir. KKTC, Özal öncesi Türkiyesi gibi maaşlı memurlar ülkesi imajı vermektedir. Ekonomik çaresizlik, Rum işverenlerin hükümran oldukları bir ortak cumhuriyette Türk nüfusun işçiliğe, marabalığa razı olmasını kabul eden insanlar üretmiştir. Bu çaresiz psikolojidir ki Rum pasaportu tavizlerine, Rum tarafında iş bulma çabalarına, ülkeyi terke yolaçmıştır.

Ada Türklerinin zaman zaman Türkiye ile psikolojik yırtılmaları Türk Devlet yönetimini de endişelendirmiştir. Bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin yabancı manipülasyonlardan ne kadar etkileneceği, uluslararası ilişkilerinde Türkiye ile ne kadar uyumlu çalışacağı konusundaki endişeler, bağımsız bir Türk Cumhuriyetinin tanınması çalışmalarımızı tereddüte boğmakta, kesin kararlılık önünde engel oluşturmaktadır.

Adanın Türkiye tarafından ilhakı halinde ada Türkü ile Anadolu Türkü arasında bir Hong Kong veya Tayvan örneği yabancılaşma, psikolojik yırtılma ile karşılaşılma ihtimali de Türk Devlet yöneticilerini bir başka açıdan tereddüte sevketmektedir.

GKRY 1 Mayıs 2004 tarihinde, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ne tam üye olmuştur. Aslında Rum tarafının AB’ye girmesiyle Yunan Başbakanının Rum karşıtına heyecanla söylediği, ENOSİS gerçekleşmiştir. Ve iki toplum uyum içinde çalışmaktadır. Türklerin o uyum içinde çalışabilecekleri hususu muammadır.

Rumlarla ilişkilere gelince, adada çözüm kilitlenmiş durumdadır. Ada Rumları ve Yunanistan, dar görüşlülük ile çözümsüzlüğün kendilerine yaradığı düşüncesindedirler. Çözümsüzlük her ne kadar ada Türkleri için sıkıntılı bir dönem yaratmış ise de, Türkiye’nin 70 sente muhtaç olduğu dönemlerde razı olacağı bir çözüm düşünüldüğünde, 2030 yılında dünyanın sayılı güçleri arasında yeralacak bir Türkiye’nin razı olacağı çözüm çok farklı olacaktır.

Kısacası, şu anda Rumlara yaradığı sanılan zaman faktörü uzun vadeli stratejik bakış açısıyla Türkiye lehine çalışmaktadır. Sadece Kıbrıs ve Yunanistan değil, Türkiye tüm Batı ile ilişkilerinde sabır ve tahammül sınırlarını zorlayarak bir on yıl, en azından beş yıl daha kazanmaya çalışmalıdır. Zira dünya dengeleri 2030 yılına kadar altüst olma işaretleri vermektedir. Bu süreyi hasarsız atlatabilecek bir Türkiye dünyanın sayılı güçleri arasına girmeye adaydır.

Dış politikaya gelince: Dünyaya sürekli ”Rule of Law” ve ”Values” mesajı veren Batı ülkelerinin çıkarları gerektirdiğinde hukuk ve ahlak dışına kolayca çıkabilmelerinin ibret verici örneği; Türklere ekonomik ambargo uygularken Rum kesimini Londra ve Zürih Anlaşmalarını ihlal ederek AB’ye kabul etmeleridir. Bu karar Kıbrıs Türklerinin adayı terketmelerini hızlandırmış, onlara ciddi ekonomik zararlar vermiştir. Türkiye ekonomik ambargoyu kıracak çok yaratıcı yöntemler geliştirebilecek iken bu konuda yeterince tutkulu ve etkin olmamıştır.

Sonuç:

Kuruluşundan günümüze yaklaşık yüzde üçyüz genişleyen, bunun çoğunu savaşmadan yapan Yunan diplomasisi, sadece antik Yunan filozoflarını değil, Sun Tzu’nun savaşmadan kazanma stratejisini de idrak etmiş görünmektedir. Genişleme politikasını hala sürdüren ve buna karşı dünyayı Türkiye’nin genişlemeci olduğuna inandıran Yunan diplomasisi küçümsenmemelidir. Bu müstesna başarı kabul edilmeli, altında yatan nedenler çok ciddi akademik araştırmalarla irdelenmelidir.

Akademisyenlerimiz bir başlangıç olarak; tefekkür etmeden, anlamaya çalışmadan Kuran veya Atatürk vecizesi ezberleyip, olur olmaz yerde papağan gibi ezber tekrarlayan bürokrat ve siyasetçilerimiz ile, felsefe okuyan Yunan yönetim elitini kıyaslayarak başlayabilirler çalışmalarına.

Keza, konumuzla doğrudan ilgili olmamakla birlikte, günümüz sorunlarının anası olan bir tutumumuz, yani Ege Denizi konusunda niçin Yunan halkı kadar tutkulu olmadığımız da sorgulanmalıdır.

İngiliz eski Dışişleri Bakanı Jack Straw 2017 yılında The Independent gazetesindeki makalesinde
"Artık uluslararası toplumun bu gerçeği kabul etmesinin ve adanın bölünmesini tanımasının zamanı geldiğini düşünüyorum.” demiştir. İngiliz Bakanın da teslim ettiği gibi, Kıbrıs eninde sonunda bölünecektir. Türkiye’nin o gün için stratejisi, hazırlıkları, sabır ve tahammülü; bölünmenin Anadolu ve Kıbrıs halkları için hangi sonuçları getireceğini tayin edecektir.

Yukarıda Yunan diplomasi başarısını vurguladık. Bu demek değildir ki Yunanistan bölge veya dünya gücü olabilir. Atina’da cami kurulmasından bile ürken etnik ve mezhep bazlı bir devletin ekonomik, kültürel, askeri güç radyasyonu mümkün değildir. Balkan ve Kafkas coğrafyası, İstanbul ekonomik çemberinin içinde edilgen bir parçadır. Yunanistan iflasında görüldüğü gibi bu küçük ülkelerin kendi ayakları üzerinde durmaları mümkün değildir. Tabii olan Balkan ülkelerinin Türkiye ile senkronize, ahenk içinde olmalarıdır. Bu tabii gerçeğe aykırı bir dış politika, Yunan diplomasisi ne kadar başarılı olursa olsun, ancak yabancı güç desteğiyle taktik sonuçlar sağlayabilir. Stratejik bölgesel ve küresel sonuçlara yükselmesi imkansızdır.

Makalemizin başındaki hatıramıza dönersek:

Bazı başarısız çocuklar ve yönetilmiş milletler için bir genelleme vardır. Hata kabul etmezler. Tüm başarısızlıklarının, geriliklerinin sebebi ebeveyn veya eski efendileridir. Bizim ise böyle bir lüksümüz yok. Tarih boyunca başarı da, başarısızlık da bize ait. Başarı ile mutlu olacağız, başarısız olduğumuzda hatayı dürüstçe ve acımasızca kendimizde arayacağız. Bu kapsamda tarih perspektifinde Yunanistan politikalarımızda ne hatalar yaptığımızın, yapmaya devam ettiğimizin, hızla değişen dünya koşullarında dinamik analize tabi tutulması bizi sağlıklı sonuçlara götürecektir.

Bu denemede bir çok insanı rahatsız edecek bir üslup kullandığımın farkındayım. Ama iz’an sahibi ”Türk”ün teslim edeceği gibi, yazdıklarımın yürek acılarımın, vatan sevgimin, vatanım için samimi arayışlarımın dışa vurumu olarak kabul edilmesini dilerim.

Umalım bu kitapta derlenen makalelerimiz sorunlarımıza ve çözüm alternatiflerine bir nebze ışık tutsun.

Bunlar da hoşunuza gidebilir: