Yemen, Katar ve Lübnan krizleri Suudi Arabistan’ın üç cephede birden sorun almaktan çekinmediğini gösteriyor. Keza kara ordusuna güvenip İran ile çatışma riskini göze alıyor. İsrail ile yakınlaştığı takdirde İslam aleminden gelecek tepkiler konusunda yeterli hazırlık yapmadığı da anlaşılıyor.

Suudi Arabistan’ın önce Yemen ve Katar, sonrasında Lübnan krizi ve iç dengelerin değişmesiyle karşılaştığı rüzgar, küresel yankılanmalara ve endişeye yol açtı.

Gelişmeleri bir perspektif içinde değerlendirmeye çalışalım:

Devlet sistemi;

1. Suudi Hanedanı ile Vahhabi kontratı üzerine kurulmuştu.

2. Hanedan ile aşiretler arasındaki dengelerin gözetilmesine dayanıyordu.

3. Hanedan mensubu binlerce prensin yönetimden memnuniyetine dayanıyordu.

4. Petrolün diplomaside “soft power-yumuşak güç” olarak etkin kullanılmasına dayanıyordu.

Karşılaştığımız olay Suudi modernizasyonu. Bu da diğer modernleşme süreçleri gibi iki ana başlık altında incelenebilir. Bunlar enfrastrüktür, yani altyapı ve sonrasında üstyapı yani kültürel ve sosyolojik gelişmeler olarak ele alınabilir.

Suudi Arabistan’da petrol gelirlerindeki patlama ile 1970’li yılların sonlarında ciddi yatırım hamlesi başladı. Nüfus 9 milyondu, devlet yeni evlenen her genç aileye birer ev hediye edebiliyordu. Yani halk gelir düzeyi açısından devletten çok memnundu. İşyerlerinde yabancı işçiler, evlerde yabancı hizmetçi ve şoförler ile az gelirli Suudi aileler bile maddi yönden mutlu idi.

Artan refah ile taşradan Hicaz, Riyad ve petrol bölgelerine iç göç başladı. Bu kalkınma döneminde Cidde sokaklarında, AVM’lerinde 72 milletten işçi ve iş adamı vardı, ama Su-udiler yoktu. Yabancı hanımlar sokakta çarşafsız dolaşabiliyordu. Suudiler henüz metropoliten yaşamda yoklardı. Özellikle hanımlar hala evlerinden pek çıkmıyordu. Taşrada izole yaşayan aileler metropollere geldiklerinde dini/geleneksel mahremiyet hassasiyetiyle yüksek duvarlar arkasında lüks villalar yaptırmaya başladılar.

Kalkınmanın getirdiği sosyal değişim ile 1980’li yılların sonlarında Suudi hanımlar sokağa çıkmaya başladılar. Devlet yabancıları dizginlemeye başladı, yabancı hanımlar çarşaf giymeye mecbur edildiler. Birçok yabancı bu gelişmeyi geriye gitme olarak gördü. Sosyolojik gerçek ise farklıydı. Suudiler dünyaya açılıyor, onunla entegre olmaya başlıyor, bu açılıma paralel olarak ülkelerindeki yabancılardan gelenek ve değerlerine saygı bekliyorlardı artık.

Sosyal patlama riski

1990’lı yılların sonlarında ise Suudi hanımların liberalleşmeye başladıklarını, onlarla birlikte yabancı hanımların da tekrar daha rahat bir ortam bulduklarını gözlemliyoruz. Görüldüğü gibi bazılarının basma kalıp yobazlaşıyor, geri gidiyor takıntılarına karşın gerçekte ülkenin hızlı bir modernleşme ve küresel köye açılma trendine girdiğine şahit oluyoruz. 1980’lerde yeni evlenen her gence ev verebilen devlet, nüfusun 9 milyondan dörde katlanarak 35 milyona çıkması karşısında artık halkı para ile memnun etme imkanını kaybetmekte. Yani nüfus patlaması, aşiretleri ve halkı geleneksel finans desteği ile memnun etme imkanını ortadan kaldırmakta.

Uluslararası sermayenin çekilmesi için gerekli şartların yokluğu ve disiplinli, vasıflı işçi yetersizliğinin getirdiği sıkıntılarla işsizlik had safhaya çıkmakta, orta sınıfın hızla erimesi sos-yal patlama riskini getirmekte.

Suudi işçi istihdamına yönelik “saudizasyon” politikası 20 yıldır söylemde olmasına rağmen eylemde hala sonuç vermemekte. Birçok işveren kanun gereği işe aldığı Suudi işçiyi bankamatik elemanı olarak evine göndermekte, işleri ucuz yabancı işçilerle yürütmekte, Suudi işçiye de ay sonunda bir nevi sosyal sigorta gibi maaşını vermekte. Nüfus patlaması ve çöl yaşam tarzının metropoliten yaşam tarzına dönüşmesi ile geleneksel Suudi aile yapısı da ciddi travmalar geçirmekte. Çölde ve kalkınma döneminde bahçeli villada mahrem yaşam sürmeye dayalı aile artık Batı tipi daracık apartman dairelerine sıkışmakta. Kadın erkek aynı asansörü paylaşmak zorunda kalmakta. Ekonomik gücü düşen ve apartman dairelerine sıkışan çok eşli aileler yabancı hizmetçi ve şoför kullanma imkanını kaybetmekte, aile içi huzursuzluklar artmakta.

Keza ülke ekonomisine paralel olarak zorlaşan yaşam koşulları özellikle genç nesilleri teknik alanlarda çalışmaya zorlamakta ve fakat o alanda hazırlıksız olan nesiller ekonomi için yeterince değerlendirilememekte, bu da sosyal patlama tehlikesi doğurmakta.

Meşruiyetin kaynağı

Diğer yandan Suudi Arabistan hızla küresel köye açılmakta, zengin ailelerin kızlı erkekli gençleri tahmin edilemeyecek oranlarda ABD üniversitelerinden mezun olmakta, ülkeleri-ne döndüklerinde modern dünya ile uyum içinde bir ülke talep etmekteler. Bir başka gelişme; kalkınma döneminde devlet görevi verilmeyen, ona karşın sorun yaratmamaları için her birine çok yüksek maaşlar bağlanan ve devlet ihalelerinde öncelik tanınan binlerce prens de artık eski imkanlarını bulamamakta, “teknik, merkezi, bürokratik” aşamaya geçen devlet ile yolları ayrılmakta.

Bir başka önemli deprem, Suud-Abdülvahab kontratının modern devlet aşamasına geçişte zorlanması ile gelmekte. Malum, bazı yönetimler meşruiyetlerini faşist führerlerden, bazı-ları demokrasiden, bazıları da dinden alırlar.

Suudi hanedanı meşruiyetini dine dayandırmakta. Ama Vahhabi gelenek günümüzde ciddi iç ve dış sınavlarla karşı karşıya. Suudi Arabistan’da hanedanın kolayca hafife alama-yacağı bir din sınıfı mevcut. Modernleşme sürecinde bu sınıfın muhtemel tepkilerinin de halk ve prensler gibi, hatta belki de onlardan çok daha fazla dikkate alınması gerekecek.

Son olarak, çöl demokrasisi veya feodalitesi diyebileceğimiz bir kontrat daha dikkate alınmalıdır bu hassas değişim sürecinde. Bütün Suudi kralları, aşiretleri mutlak şekilde ciddi partner olarak görür, onlara değer verir, taleplerini mümkün olduğunca yerine getirirlerdi. Nüfus patlaması, kentleşme, ekonominin daralması ve nihayet devlette merkeziyetçilik ve bürok-ratik yapılanma ile bu hassas dengenin bozulması da Suudi Arabistan’ı son derece kritik bir döneme sokmakta.

Hasılı ekonominin gücü ve devlet otoritesinin muhkem olduğu dönemde memnun edilebilen ve kontrol altında tutulabilen halk, prensler, din sınıfı ve Şiiler yeni dönemde itina ile değerlendirilmelidir.

Bu sarsıntılı geçiş sürecinde dış politikaya da göz atalım. Suudi Arabistan kuruluşundan bu yana en radikal ihtilalini yaşıyor. Son derece tehlikeli bir virajda. Dönüşüm ağır riskler içeriyor. Yukarıda maddelediğimiz dengeler ağır darbe yiyor. Veliahdın işi çok zor görünüyor. Prens Muhammed bin Salman ve onu destekler görünen ABD’nin gelişmeleri ne kadar isabetle ve maharetle değerlendirecekleri bilinmiyor.

Dış dengelere gelince… Yemen, Katar ve Lübnan krizleri Suudi Arabistan’ın üç cephede birden sorun almaktan çekinmediğini gösteriyor. Keza kara ordusuna güvenip İran ile çatışma riskini göze alıyor. İsrail ile yakınlaştığı takdirde İslam aleminden gelecek tepkiler konusunda yeterli hazırlık yapmadığı da anlaşılıyor.

Petrol ve hac turizmi dışında bir savaş kaldıracak ekonomik gücü olmayan Suudi rejiminin dünyaca ünlü mahareti, petrodolarlarını hem ABD ve İngiltere gibi güçlü ülkeler nez-dinde ve hem de maddi yardıma muhtaç fakir ülkeler nezdinde etkin “soft power-yumuşak güç” enstrümanı olarak kullanması idi. Ülke dış politika geleneğinde “hard power” kullanımı ise sınırlı ve başarı şansı sorularla dolu bir seçimdir. Özellikle İran konusundaki politika giderek “hard power” tercihine yönelme ihtimalini akla getiriyor.

Arabistan hassas “transition-geçiş” döneminde elindeki en etkili dış politika silahı olan “soft power”dan vaz mı geçiyor? Soft power oluşturmak yerine göre yarım asır alan, kaybetmesi ise anlık olan bir servet.

Korkumuz şudur: İslam aleminde ağırlıklı ülkeler Türkiye, İran, Pakistan, Mısır ve Suudi Arabistan’dır. Bu ülkeler parçalanma tehdidi altındadır. İran ibrettir. Şah ABD’nin en ya-kın müttefiki idi. Çok güçlendi. Gereği yapıldı. Saddam ABD’nin has adamıydı. Çok güçlendi. Gereği yapıldı. Türkiye. Çok güçlendi. 15 Temmuz. Başarılamadı. Pakistan ve Mısır’ın hali ortada. Suudi kardeşler! Çok güçlendiniz. Dikkat! Sıra sizde olabilir...

anurhan@icloud.com

Bunlar da hoşunuza gidebilir: