TÜRKİYE – İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI İLİŞKİLERİ

ANKASAM ve KAPADOKYA ÜNİVERSİTESİ

DIŞ POLİTİKADA KAMU DİPLOMASİSİ KONFERANSLAR SERİSİ

TÜRKİYE – İSLAM İŞBİRLİĞİ TEŞKİLATI İLİŞKİLERİ

ANKARA, 19 Aralık 2024

Videokonferans

AYDIN NURHAN

BÜYÜKELÇİ (E)

 

Aziz Hocalarım, değerli dostlar,

Rahmetli Alev Alatlı’nın mirası güzide Üniversitemiz ve ANKASAM işbirliğiyle başlatılan bu konferanslar serisine davet edilmek benim için şereftir. Umarım layık olurum.

Bu vesile ile Sn. Rektörümüz Prof. Dr. Hasan Ali Karasar, Prof. Dr. Şafak Oğuz ve ANKASAM Başkanı Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol’a şükranlarımı sunuyorum.

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Öncelikle konumuzun ana temasını aktarmak istiyorum.

Türkiyemizin İİT serüveni, Türk dış politikasının laiklik-dindarlık arasındaki salınımının en canlı aynasıdır. İç siyasetteki salınım, tabii olarak dış siyasette de ağır şekilde etkin olmuş, sarkaç duruldukça olgunlaşma başlamıştır.

Şimdi gelin, beraberce bu serüveni izleyelim.

İİT 1969 yılında kurulmuş, 57 üye ile BM’den sonra dünyadaki en büyük ikinci siyasi kuruluştur. Yani zamanın Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in sözleriyle ”Siyasi kuruluştur, din kuruluşu değildir”. Yaklaşık 2 milyar müslümanın çıkarlarını  gözetmek için kurulmuştur. Örgütte kararlar oybirliği ile (consensus) alınır.

Teşkilatın başlıca üç temel organı bulunmaktadır.

Birincisi, tüm üye devletlerin kral, devlet veya hükümet başkanlarının 3 yılda bir toplandığı “İslam Zirve Konferansı”dır.

İkincisi, yılda bir kez toplanan “İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı”dır.

Teşkilatın üçüncü organı ise, alınan kararların uygulanması ve takibi ile görevli Genel Sekreterliktir. Merkezi Cidde’dedir.

Bu kısa girişten sonra kurumun tarihçesine bakalım.

İslam İşbirliği Teşkilatının öncülü denebilecek önemli girişim Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın bir İslam Konferansı toplama çabasıdır. Bu amaçla yaptığı ziyaretler kapsamında 29 Agustos 1966 tarihinde yedi günlük bir ziyaret için Ankara’ya gelmiş, Cumhurbaşkanı ve Başbakanla görüşmüş, Türkiye’yi İslam Konferansına davet etmiştir. Davet hükümetimizce nazikce reddedilmiş, muhalefet lideri İnönü Faysal’ın görüşme talebini kabul etmemiş, Ecevit ise teklifin bir emperyal plan olduğunu ifade etmiştir. Bursa’lı İffet Hanımla evli, Türk dostu Kral Faysal ülkesine meyus dönmüştür.

Konferans fikrini eyleme geçiren olay 1969 yılında Kudüs Mescid-i Aksa Camiinin yakılması olmuştur. Tepki olarak 22-25 Eylül 1969 tarihinde, Kral II. Hasan’ın ev sahipliğinde Fas’ın başkenti Rabat’ta toplanan Birinci İslam Zirve Konferansı olayı kınamış ve ikinci toplantının Cidde’de yapılması kararlaştırılmıştır.

Sonrasında Karaçi’de toplanan Konferansın sekreterliğine Malezya eski başbakanı Tunku Abdul Rahman seçilmiş ve İslam Konferansı Teşkilatı’nın ilk genel sekreteri olmuştur.

İKT 1971 yılında Cidde’de faaliyete geçmiştir. Sekretarya merkezi İKT Şartına göre Kudüs’de olması gerekirken, savaş ortamı nedeniyle kuruluşundan bu yana Cidde’de faaliyet göstermektedir.

1972 yılında kabul edilen Şart’a göre ismi “İslam Konferansı Teşkilatı” olan örgütün adı 2011 yılında İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirilmiştir.

Ülkemiz biraz sorunlu da olsa, İİT’in kuruluşunda yeralan 25 üye ülkeden biridir. İİT nezdindeki Daimi Temsilciliğimiz 24 Temmuz 2015 tarihinde Cidde’de faaliyete başlamıştır.

Fas Kralı II. Hasan’ın zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a gönderdiği ilk davete karşılık konferansa Türkiye adına Dışişleri Bakanı İ.S. Çağlayangil’in iştirak edeceği bildirilmiştir.

Ankara Universitesinden bazı öğretim üyeleri Rabat’taki Islam Zirvesi’ne Türkiye’nin katılımının Anayasaya aykırı oldugunu ileri sürmüşlerdir. Benim de Ankara Hukuk Fakültesinde hocalarım olan Anayasa Hukuku Prof. Bülent Nuri Esen toplantıya katılmanın bir skandal olacağını, Ceza Hukuku Prof. Faruk Erem ise suç teşkil edeceğini söylerlerken, İnönü bu zirveye katılımın hem Türkiye’nin anayasasında yer alan laik yapısına aykırı olacağını, hem de Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik tarafsızlık politikasını bozacağını ileri sürmüş, emekli Genelkurmay Başkanı Cemal Tural “islam Konferansına katılmak Anayasa’ya aykırıdır” demiştir.

Bu atmosferdeki Türkiye 1971 yılında Cidde’de yapılan İKÖ kurucu yasa çalışmalarına katılmamış, 1972 yılı Dışişleri Bakanları Konferansında imzaya açılan İKÖ Şartı’nı imzalamamıştır.

İKÖ’ye karşı keskin ideolojik tavır, 1974 Kıbrıs harekatı akabinde Türkiye’nin Amerikan silah ambargosuna maruz kalmasıyla, Batı tarafından dışlanmasıyla, yalnızlığa itilmesiyle yumuşamış, dış politikada destek arayışları ve ideolojiden ziyade real-politik ihtiyacı İslam Konferansı Teşkilatına katılımın önemini arttırmıştır. ”Absents are losers” söylemi doğrultusunda, örgüte katılmamanın maliyeti de ciddi olarak dikkate alınmıştır. Ona rağmen, toplantılarda Kıbrıs konusunda bazı ülkelerin Yunan ve GKRY lehine, ülkemiz aleyhine oy kullandıkları görülmüştür.

Burada soluk alıp genç diplomatlar için bir anekdot anlatalım; uluslararası örgüt zirve hazırlık toplantıları yüksek düzeyli diplomatlar arasında önemli mücadele alanıdır. Dışişleri Bakanlıkları yerine göre bir yıl öncesinden Büyükelçilerine talimat göndererek bulundukları ülkelerin, yaklaşmakta olan örgüt toplantılarında alınmasını istedikleri karar doğrultusunda desteklerini sağlamak için girişimde bulunmalarını isterler. Uzun yıllar önce, bir İİT Dışişleri Bakanları Toplantısında kulisde bir Büyükelçimizin delegelerin peşinde koşturup Kıbrıs paragrafları için destek istediğine şahit olmuştum. Hemen arkasında da İİT’ye üye olmamalarına rağmen toplantı kulisine gelmiş Yunan ve GKRY diplomatlarını gördüm. Onlar uzun süre önce bazı ülkeleri ikna etmişler, kulise de konuyu şansa bırakmamak için özel olarak gelmişlerdi.

Konumuza dönelim, Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Ocak 1975’te FKÖ’yü tanıma karar alınmış ve Kahire’deki Büyükelçiliğimiz vasıtasıyla örgüt ile diplomatik ilişki kurulmuştur.

Devamla, 10 Kasım 1975 tarihinde BM Genel Kurulunda Arap devletleri ile birlikte Siyonizm’i ırkçılığın bir türü olarak kabul eden karara da olumlu oy verilmiştir. Bu gelişmeler Türkiye’yi, Arap ülkelerine yaklaştırırken Israil’le olan ilişkilerinin soğumasına neden olmuştur.

Anlaşılacağı üzere keskin ideolojik tavır ve Osmanlı sonrası Orta Doğu ülkelerine karşı mesafeli durma politikası pratik ihtiyaçların bastırması ile yumuşamaya başlamışsa da, Örgüt Türkiye’nin üyeliğini 7 yıl sonra, 1976 senesinde İstanbul VII. İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansında onaylamıştır.

Buna rağmen Hükümetin aynı yıl parlamentoya sunduğu “İslam Konferansı Yasasının Onaylanmasının TC Anayasası ile Bağdaştığı Ölçüde Uygun Bulunması Hakkında” yasa tasarısı, TBMM’de görüşülmemiş ve kadük bırakılmıştır.

TBMM’nin anlaşmayı onaylamaması neticesinde Türkiye’nin “fiili üyelik” durumu, 2012 yılına kadar hukuka ve anayasaya aykırı görülmüştür.

13-14 Mart 2008 tarihlerinde Dakar’da düzenlenen 11. İslam Zirvesi ”İİT Şartı”nı yenilemiş, ülkemiz yeni İİT Şartı’nı 35. DBK’da (Haziran 2008, Kampala/Uganda) imzalamış ve Şart ülkemiz açısından 16 Haziran 2012’de yürürlüğe girmiştir.

Keza ikircikli bir davranış, Türkiye Konferansta her ne kadar FKÖ’ye Ankara’da büro açmaya müsaade edecegini duyurmuşsa da, bu ancak, 1979 senesinde mümkün olabilmiştir.

Örgüte laik cepheden bakışı doyurucu şekilde dile getirdik. Karşı tarafta ise, ona inancı açısından bakan rahmetli Necmettin Erbakan’ın liderlik ettiği muhafazakar cephe vardı. Erbakan İslam ülkeleri arasında bir “Müşterek Pazar” kurulmasını öneriyordu. Daha da ötesi, islam Ülkeleri Ortak Savunma Örgütü kurulmasının gerekliliğini de ileri sürüyordu. Örgütün en önemli ekonomik organı olan İSEDAK ”İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi” her ne kadar Türkiye Cumhurbaşkanı’nın uhdesinde ise de, Örgüt Erbakan’ın hayallerinin çok gerisindedir.

Belki işe pratik yaklaşımla Kabe yakınlarında sürekli uluslararası bir fuar kurulabilir, Hac ve umreye giden müslüman iş insanları arasında alışveriş teşvik edilebilir, ortak ticaret yavaş yavaş geliştirilebilirdi..

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Şimdi fikir ve değerlendirmeler bölümüne geçelim.

İlk soru:

Hilafetin ilgasına günümüz koşullarından bakıldığında İİT’nin dünya müslümanlarını bir çatı altında bir araya getirmesi Batılı güçler için iyi mi olmuştur, kötü mü olmuştur?

Yani:

Hilafet olsa idi İngilizlerin Hindistan müslümanları için korktukları etki bugün de dünya müslümanları için geçerli olur muydu? Türkiye hilafeti bugünün koşullarında etkin kullanabilir miydi?

Veya tam tersi, bugün Vatikan’ı baskı altına alan güçler aynı şekilde bir Türk Halife vasıtasıyla İslam dünyasını kontrol edebilirler miydi?

Soruyu şöyle de sorabiliriz, müslümanların merkezi örgütlenme olmadan darmadağın yaşamaları tek merkezin manipülasyonu tehlikesine karşı daha iyi midir?

Bölümümüze bu girişle başlamamızın ciddi bir sebebi var. İİT Batılı güçlere dünya müslümanlarını tek merkezden kontrol imkanını sağlar mı? Örgüt o amaçla kontrol altına alınabilir mi? El Cevap: Maalesef sağlıyor. Ama bir dereceye kadar. Zira Türkiye gibi güçlü ülkeler sağlam durdukça teşkilat üzerindeki manipülasyon çabaları yeterince etkili olamıyor.

Konuyu İslam ülkelerindeki siyasi rejimler açısından da irdeleyebiliriz. Batılı ülkeler tüm demokrasi retoriklerine rağmen müslüman ülkelerde demokrasi istemezler. Tekrar ediyorum Batılılar, müslümanlar için demokrasi düşmanıdırlar. Demokrasilerde hükümetler halkın iradesine karşı duramazlar. O nedenle yabancı çıkarlara karşı koymak zorundadırlar. Bu yaklaşım kapsamında gördüğümüz, bazı İslam ülkelerinde yönetimler halklarından kopuk, çıkarları halklarının çıkarlarına ters istikamettedir. (Atatürk’ün sözleri geliyor akla) Bu çıkar uçurumu, haliyle o devletlerin İİT siyasetlerine de yansıyor.

Araya bir anekdot daha koyalım, ben Dışişleri Bakanlığımızın kontenjanından Cidde’de İİT merkezinde dört yıl Genel Müdürlük yaptım, keza dört yıl da onun Afganistan Daimi Temsilciliğini yaptım. O yıllarda biz İİT bürokratlarının bir retoriği vardı. ”İİT, üyelerinin ona verdikleri değer kadar güçlüdür.” Ama 57 üye çok farklı çıkarlara sahipdi.

Kısacası, tecrübelerim örgütün uluslararası sorunların çözümünde, özellikle müslümanların haklarının savunulmasında yeterince etkin olmadığı yönündedir. İslamofobi konusundaki girişimleri de umulan etkiyi gösterememektedir. Belki şu söylenebilir; dişleri sökülmüş Birleşmiş Milletler gibi soft power olarak güçsüz, üyelerin içlerini dökmek için makul bir forumdur. Keza kararları BM gibi, uluslararası hukuk açısından yeterince etkili değildir.

Değerli Hocalarım, Hanımefendiler, Beyefendiler,

Şimdi de gelelim günümüz Türkiye’sinin İİT siyasetine…

Zaman içinde laiklik kaygılarını gideren Türkiye, bugün İİT’nın en etkin üyesidir diyebiliriz. Bu alanda Genel Sekreterliğe geçici ev sahipliği yapan Suudi Arabistan, BAE, Mısır gibi iddialı ülkeler de vardır tabii. Ama somut, teknik çabalar açısından ülkemiz açık ara öndedir.

Başta İSEDAK ”İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi”, SESRIC ”İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomik ve Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi” ve IRCICA ”İslam Sanat, Tarih ve Kültürünü Araştırma Merkezi” olmak üzere Örgütün bir çok kurum ve kuruluşuna evsahipliği yapmakta, özellikle Afrika müslüman ülkelerinde ciddi etkinliklerde bulunmaktadır. Ülkemiz merkezi Cidde’de bulunan İslam Kalkınma Bankasının da kurucu ortaklarındandır.

Uluslararası resmi yardımlar bilindiği gibi doğrudan veya uluslarası kuruluşlar aracılığıyla yapılmaktadır. Doğrudan, yani ikili ilişki kapsamında yapılan yardımların donör ülkenin yumuşak güç gösterisi açısından etkinliği inkar edilemez. Ama politikalar gereği yardımlar BM, AB, İİT gibi örgütlerin yardım faaliyelerine katkı olarak da yapılmaktadır. Türkiye bu kapsamda da başta gelen donörlerden biridir. İİT bütçesine de en büyük katkıyı veren ülkelerdendir.

Örgütün istihdam politikasında Genel Sekreter ve Yardımcılarının seçilmeleri, yüksek düzeyli diplomatik atamalar ve hatta hizmetli atamalarında siyasi ağırlıklar rol oynar. Bu konularda ülkemiz de önemli pozisyonlarda yetenekli diplomatlarımızın görev almasını ister. Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu örgütün uzun süre Genel Sekreterliğini yapmış, örgütte çalışma disiplini ve bütçe konusunda çok başarılı bir miras devretmiştir. Halen Büyükelçi Musa Kulaklıkaya da örgütte ikinci düzey olan Genel Sekreter İdari İşler Yardımcısı olarak başarılı hizmetlerde bulunmaktadır.

Bu görevler hem sekretarya çalışmalarından habersiz kalmamak ve hem de sekretarya mutfağındaki hazırlıklar konusunda etkin olabilmek için çok önemlidir. İİT görevlerim sırasında şahsen şahit olmadım, ama diplomaside genel rivayet, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere büyük uluslararası kuruluşların şemsiyesi altında kolay görev yapabilmeleri için istihbarat ajanlarının da değişik seviyelerde bu örgütlerde görevlendirilmesinin her devletin tercihi olduğu yolundadır.

Üye ülkelerin örgütte personel istihdam çabalarının bir başka yönü, maaşların dolgun olmasıdır. Genel Müdür ve üstü düzeylerde harcırahlar, uçaklarda business mevki uçuşlar, lüks oteller, çok dolgun emeklilik ve hizmet tazminatları, teşvik edici faktörlerdir.

Sonuç

Göreceğiniz gibi İİT süreci gerçekte ideolojik laik dış politikamızın yıllar içinde evrilerek pratik, çıkar öncelikli dış politikaya dönüş serencamının aynasıdır.

Gerçi her ülkede benzerleri vardır, ama Türkiye özelinde dış politika, ideolojik iç politikanın dış politikaya etkin yansıması olarak gelişmiştir.

Başlangıç yıllarındaki siyaset atmosferinde Türkiye toplantılarda İsrail’i savunmak, Filistin’e karşı mesafeli durmak ve toplantılarda alınan kararlara laiklik gerekçesiyle ihtirazi kaytlar koymak zorunda kalmış ve toplantılara alt düzeyde katılım göstermiştir.

Ülkemizin önce çekingen, Şart’ı imzalamayan, sonra onu imzalayıp TBMM’den geçirmeyen, sonra Batı’dan yüz bulamayıp utangaç bir yaklaşımla örgüte yönelme, Kıbrıs destek ihtiyacı ile yaklaşımın artması, sonra örgütün önemli organlarına ev sahipliği, gelirine oranla en büyük donörlerden biri haline gelmesi. Daha sonra Cidde’de örgüt nezdinde daimi temsilcilik açan 10 ülkeden biri olması, İİT’nin Türk Dış Politikasının evrimi açısından önemli bir laboratuar olduğunu gösteriyor.

Beni sabırla dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum.

NOT: Bu konuşmanın hazırlanmasında Ahmet Aslan’ın ”Türkiye’nin İslam Konferansı Teşkilatına Girişi” konulu yüksek lisans tezinden yararlanılmıştır.