Tarihi Arka Plan

Türkiye, Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana “Devşirme” sistemi ile yönetilmektedir. Osmanlı Devleti İstanbul’un fethi ile İmparatorluğa dönüşmüş, bu dönüşüm ile Anadolu aristokrasisini bürokrasiden silme ihtiyacını duymuş, Balkan çocuklarını devşirip bürokrat olarak kullanmaya karar vermiştir. 

Fatih’in kararı Osmanlı Devlet yönetiminde bir devrim niteliğindedir. Zira Fatih’e kadar yöneticiler kökleri Orta Asya steplerinden gelen Anadolu halkından idi. Halk ve Devlet, Yöneten ve yönetilen ortak kökenli ve ortak kültürden idi. Devşirme sistemi yöneten ile yönetilen arasındaki ortak kültürel bağı yoketti. 

Enderun’da yetişen yönetim sınıfı zamanla folklordan koptu, kendi protokolunu, divan müzik ve edebiyatını geliştirdi, giderek yönettiği halka yabancılaştı. Devşirmelerden oluşan Osmanlı yönetim sınıfı Arnold Toynbee’ye göre Eflatun’un ideal yönetimine en yakın yönetim şekliydi. 

İkinci Viyana Muhasarası yenilgisiyle başlayan çöküş Devşirme sınıfının özgüvenini kaybetmesine yolaçtı. Askeri yenilgiler, Fransız İhtilali ve nihayet 19. Yüzyılda devlet bütçesinin iflası ile Devşirme sınıfının psikolojisine hakim olan aşağılık kompleksi Türk ve İslam olan herşeyin aşağılık, Avrupalı ve dünyevi olan herşeyin mükemmel ve yüce olduğu inancını ruhlara kazıdı. Bu inancın günümüz Batıcı medyasında aynı şiddetle devam ettiği görülür. 

Özellikle Fransa’da yetişen Jön Türkler ile devamı İttihat ve Terakki’nin halktan tamamen kopuk materyalist, modernist zihniyeti sonucunda İmparatorluk dağıldı. Osmanlı devamı yeni Cumhuriyetin elinde materyalist, Batı kültürü ile yoğrulmuş kadrolar dışında bürokrat yapılabilecek kimse yoktu. Pozitivist aydınlamanın derin tesirindeki “deist” bürorasi, ülkenin gerilik ve cehaletinin yegane müsebbibi olarak İslam dinini görüyordu. 

Tarihi Devşirme sınıfını temsil eden CHP’ye karşı yükselen Anadolu sermayesini temsil eden Demokrat Parti 1950 yılında iktidara geçti. Fatih’in Eflatuncu yönetimi, yönettiği Anadolu’ya yaklaşık tam 500 yıl sonra boyun eğdi. Ancak Devşirmelerin iktidara dönmesi sadece on yıl aldı. Demokratik yolla seçilmiş başbakan, bir anlamda modern Yeniçeri denilebilecek disiplinsiz subayların 1960 yılındaki kanlı ihtilali sonucu boynunu ipe verdi. Osmanlı Sultanları gibi… 

Askeri Cunta bundan sonra seçilecek Hükumetlerin askeri ve sivil devşirme bürokrasi kontrolu altında tutulması amacıyla yeni bir Anayasa yaptı ve başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere gerekli kontrol mekanizmalarını kurdu. 

Tarihi Devşirmeler, yani Asker, Kadı ve nihayet her yeniliğe “İstemezük” diyen Ulema, yeni Anayasa ile demokratik parlamento üzerindeki vesayetlerinin geri gelmesinden çok memnun kaldılar. Osmanlı geleneğinin devamı sonraki askeri darbe ve müdahaleler sonucu birçok hükûmet yıkıldı, Cumhurbaşkanlığına ancak asker ve yüksek bürokratlar seçilebildi. Başıbozuk generaller kapalı kapılar ardında korkak siyasetçilere hangi isimlerin Cumhurbaşkanı seçileceğini dikte ettiler. 

Ekonomik Güç 

Osmanlı sisteminde İstanbul bürokrasisini taşra vergisi beslerdi. Devletin tek işveren olduğu erken Cumhuriyet döneminde de en müreffeh sınıf asker ve sivil bürokrasi idi. Ancak bu sınıfa, bazı yoz bürokratlar ile işbirliği içinde devleti soymayı öğrenen yeni bir tüccar sınıf eklendi. Halkın çok isabetli bir benzetme ile “Besleme Sermaye” adını verdiği bu sınıf daha sonra ihtilalci disiplinsiz generaller ve yoz bürokratlarla kurduğu üçgen ile ülkenin bankalarını soyacak, hükûmet kurup hükûmet devirecek, “Yeşil Sermaye” adını verdiği Anadolu girişimcisinin önünü kesecektir. 

Besleme Sermaye özellikle disiplinsiz generallerin 1997 Post-Modern Darbesi sonucunda ülke ekonomisinden 300 milyar dolar çalacak, bunu yurtdışına transfer edecek, askeri garnizonlar Yeşil Sermaye denilen Anadolu şirketlerini boykot edecek, bu yolla Besleme Sermayeye haksız rekabet ve kazanç sağlayacaktı. 

Darbecilerin bu hırsızlık operasyonu Batılı müttefiklerine “İslamcı fanatiklere karşı Batı değerlerinin savunuculuğu” olarak anlatılacak, yandaşlarının darbesine inanmaya hazır Batı da bu soygunu memnuniyetle kabul edecekti. Fakat bu arada Türkiye çok değişmiş, Osmanlı’nın Devşirme karşısında “çaresiz köylü”sü kapital biriktirmeye, Aristo’nun tabiriyle “cesur kentsoylu”ya dönüşmeye başlamıştı. 

Anadolu’da yükselen sermaye 2002 seçimlerinde Tayyip Erdoğan’ı önüne katarak iktidara geldi ve onunla ekonomik ve siyasi güce kavuştu. 

Yabancılaşmış Devşirmenin Sonu 

AK Parti iktidarının ilk yıllarında bürokrasi hala halka yabancı Devşirme’nin elinde idi. Başlangıçta Devlet tecrübesinden yoksun muhafazakar AK Parti bürokratları kısa sürede tecrübe kazandılar ve 13 yıllık iktidarları sonucunda yüksek makamlardaki eski bürokratların yerini aldılar. Bu değişim devlet yönetiminde sessiz ihtilaldir. Fatih Sultan Mehmet’ten bu yana ilk kez “Halktan” ve “Taşra kültüründen gelen”, geçmişinden utanmayıp ondan gurur duyan özgüvenli bürokratların devlete hakimiyetidir. 

Batı eğitimi almış, dünya görmüş, Batı kültürünün temsilcisi olmanın güveni içindeki devşirmeler ve büyük sermaye başlangıçta tecrübesiz bürokrasiyi kabullenmekte zorlandı, küçümsedi, geçici olduğunu düşündü ve ciddiye almadı. Fakat yükselen Anadolu kısa sürede dünyaya açıldı, çocuklarını yurtdışında eğitime gönderdi. Dünya görmüş, hatta Ivy League’de okumuş muhafazakar gençler hem bürokrasiye girdiler ve hem de babalarının mütevazı ticari işlerini devralarak dünya standartlarında iş yapmaya başladılar. 

Turkish Self-Hatred (Kimliğinden Nefret) 

Tanzimat’tan bu yana Batı kopyası olan, içinden çıktığı Anadolu’lu ailesini horlayan, onun kültüründen bilerek, isteyerek, severek kaçan Devşirmeler Batı kültürünün kompradorluğunu yaptıkları sürece el üstünde tutuldular. Vakta ki Anadolu dünyaya açılıp Devlet idaresini ele aldı, Batı iki asırdır kendi kültürüne sadakatle hizmet eden Jön Türk kalıntılarını dışladı ve “Sahici Türklerle” iş yapma zamanının geldiğini zor da olsa idrak etmeye başladı. 

Batı’dan artık aferin alamama ve kaybetmişlik duygusu Batıcının psikolojisinde yırtılma yarattı, çifte kişiliğe yolaçtı, sonucunda akademiyada Yahudi Psikolojisi için ifade edilen “Jewish Self Hatred” yani “kimliğinden nefret”e dönüştü. Günümüz Türkiye medyası bu psikolojik yırtılmanın epik örnekleriyle doludur. 

“Kimliğinden Nefret Eden Türk” kavramını biraz deşelim. Erken Cumhuriyet’in bürokratları da Osmanlı Devşirmeleri gibi %90 köylü olan Anadolu taşrasından gelme idi. “Halktan” idiler. Ama “halk için” değildiler. Osmanlı Devşirme geleneğindeki Cumhuriyet rejimi yetenekli köy çocuklarını okutuyor, hatta eğitim için Avrupa’ya gönderiyor ve sonra da yüksek bürokrat olarak değerlendiriyordu. Mutlak Batı materyalist eğitimi alan çocuklar da Tanzimatçı Osmanlı dedeleri gibi ailelerine yabancılaşıyor, onlardan kopuyor ve zihinlerinde önceliği “halka” değil, “devlete” veriyorlardı. 

Bu vesile ile Anadolu ailelerinin okuyan, makam sahibi olan çocuklarının kendilerine yabancılaşması, hatta içinden çıktığı değerlere düşman hale gelmesi karşısındaki hüznünü anlatan iki örneği vermekte yarar vardır: Ahmet Vefik Paşa’nın Türk atasözleri kitabındaki “Türk’e beylik vermişler önce babasını öldürmüş.” Baba hayırsız oğluna kızmış, “Sen adam olmazsın.” demiş. Yıllar geçmiş, adam birgün yaka paça Sadrazamın huzuruna götürülmüş. Görmüş ki makamda mağrur oğlu oturuyor. Oğul söze başlamış: “Adam olmazsın diyordun, bak Sadrazam oldum.” Baba hüzünlü, “Oğul! Ben sana sadrazam olamazsın demedim. Adam olamazsın dedim. Adam olsaydın elimi öpmeye gelirdin. Beni yaka paça huzuruna getirtmezdin.” 

Cumhuriyetin “Beyaz Türk”ü 

Şimdi de konumuzun ikinci bölümüne, yani “Beyaz Türk” tartışmasına geçelim. Hatırlanacağı üzere 1920’lerde nüfusun %90’ı köylü idi. Keza %90 okuma yazma bilmezdi. Demek ki günümüz büyük sermayedarının yüzde doksanının babası veya dedesi okuması yazması olmayan köylü idi. Büyüyen kapital önce şehirlere, sonra metropollere, sonra da dünyaya açıldı. Anlamlı bir örnek rahmetli Hacı Ömer Sabancı’nın şerefli hamal sırtlığıdır. 

Bu noktada sosyo-psikoloji alanına girmekte yarar vardır. Erken Cumhuriyet döneminde köyden kente göç yavaş ve kontrollu idi ve İstanbul, Ankara gibi metropoller, yeni geleni asimile edip Batılılaştırabiliyordu. Palazlanan erken kapital sahipleri de bu ortamda Batıcı bürokrasiye özenip hemen Batıcı oluyordu. Batıcı olmanın parolası “Kemalizm” idi. Şehre gelen köylü (Yenişehirli) henüz burjuva yaşam tarzını içselleştirmese de “Kemalistim” dediğinde, köy kıyafetinden sıyrılıp Batı kıyafetine büründüğünde satıhda modern ve kentsoylu sayılıyor, “Kızılay’da yürüme” ayrıcalığına kavuşuyordu. 

1950, 1960 ve 1970lerin bu asimilasyon döneminde Batıcı Kemalist olmak zenginlik ve makam sahibi olmada kârlı bir sosyal davranış kodu idi. Bu süreçte metropole düşmüş lumpen proleter ile küçük memur da birgün zengin veya makam sahibi olma umudu ile büyük sermaye ve yüksek bürokrasiyi taklit etmeye, günümüz sosyolojik tanımıyla “Beyaz Türk” olmaya heves etti. Bu heves sonucunda kendisi Beyaz, ama ailesi simsiyah örnekler doğdu. Şans eseri okuyup makam, sermaye veya şöhret sahibi olan “birey” Beyaz Türk, ama onun kaportacı çırağı kardeşi, başörtülü, takunyalı, çizgi pijamalı ebeveyni siyah Türk olarak anıldı. 

Sosyolojik bir tahlille, “Beyaz Türk” kalıcı bir aile kültüründen ziyade kökünü, geleneğini reddetmiş ve makam veya servetini kaybettiği an “Siyah” ortama geri düşme korkusundaki bireyi tanımladı. Niçin? Zira bir burjuva beş nesilde yetişir. Birbirine saygılı kentsoylu kuşakların oluşması en az beş kuşak gerektirir. Bu kıvama gelmemişler kıyafet, sarıya boyanmış saç, servet ve makamın verdiği yalancı “burjuva”lıktan geri düşme korkusunu sürekli yaşarlar. 

Aslına yabancılaşmış Beyaz Türk kavramının psikolojik altyapısını incelemekte de yarar vardır. 1920lerde nüfusun %90ı köylü demiştik. Köy özellikle Osmanlı çöküş döneminden itibaren yoksulluk, yılgınlık, çaresizlik, bürokratik gaddarlık ile hatırlanır. Belki de bu çaresizlik dolu geçmişi unutma feryadıdır Beyaz Türk olma hevesi. Daha da ötesi, ezik köylü ataların hıncı alınmak istenir belki de. Ama kimden? Onları ezen devşirme bürokrasiye katılarak nasıl hınç alınır? 

Özellikle bazı Alevilerin ve Kürtlerin içinde bulundukları psikolojik kaosun kökündeki çapraşık duygular vaktiyle kendilerini ezenlerin safına katılmalarıyla ne kadar ilişkilidir? Bu alanı namuslu ve bilimsel merakı olan akademik araştırmacılara bırakmakta yarar var. 

Eğitim Müfredatı 

Konumuza Reform, Rönesans, Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali ile başlayalım. Kilise tahakkümünden bunalan Avrupa sonuçta çözümü, onu başından tamamen defetmekte buldu ve laikleşti. Bu aşırı tepki insanlık için felakete yolaçtı. İnsan denilen mahlukun madde ve mana olmak üzere iki doğası, buna bağlı iki asli ihtiyacı vardır. Modernite insanın manevi ihtiyaçlarını yok saydı, Batı medeniyetinin bir bacağını kopardı, topal yaptı. Mana’nın olmadığı topal Batı Medeniyeti Makyavelci politikalarla insanlığa felaketler yaşattı. 

Osmanlı Tanzimatçı Devşirmeleri, İslam Medeniyetinde Devlet mekanizması içinde yeralan ve Devletten hiç bağımsız olmamış İslam dinini Hristiyan Kilisesi gibi muhayyel bağımsız bir müessese olarak tahayyül edip ona saldırdı ve neticede Batı maddeci müfredatını benimsedi. 

1930ların maddeci Kemalist müfredatı günümüzde de yuvadan üniversitenin sonuna kadar hassasiyetle uygulanır. 1930ların köylü toplumu için biçilen bu lumpen ideolojinin etik ve estetik kaygıları olmamıştır. Ötesi, madde yanında ihtiyaç duyulan manevi ihtiyaçları karşılamaktan uzak, hatta onlara hasım materyalist bir müfredattır. Yobaz din eğitimi gibi bu müfredat da Atatürk’ün “Altın Çağı, Asr-ı Saadeti” üzerinden duygu sömürüsü yapar, kritik düşünceyi yasaklar, tapındırıcıdır, akılcı değil nakilci ve ezbercidir. Bir ilk veya ortaokul çocuğunun Atatürk’ü kritik etmesi, sorgulaması düşünülemez, Lise öğrencisi ise hapse girme olasılığı vardır. 

Kur’an ezberinden gelen köylü için ve Führerler çağında geliştirilen müfredat günümüzde çağdışı kalmıştır, beyinlere zincirdir, yaratıcılığı daha ilkokulda boğmakta, insana tapınma ve Devlet büyüğünden korkmayı aşılamaktadır. Günümüz Beyaz Türk’ünün ezberci, düşünmeyi engelleyen, Atatürk’ü tanrılaştıran dogması olan “Köylü Kemalizmi”, 1930ların kapalı, feodal köylüsü için biçilmiş elbise idi. Günümüzde ise henüz burjuvalaşamamış “lumpen ideolojisi”dir. 

Mevcut eğitim sistemi yerlerde sürünmektedir. Kemalist müfredatı savunan Üniversite Profesörleri, korku ve ezbere dayanan bu müfredattan gelen çocukların düzeylerinin düşüklüğünden yakınır ve tezatlara düşerler. Öğretim hayatı boyunca İngilizce ders alıp liseyi bitiren öğrencinin İngilizce düzeyi acınacak haldedir. Daha da kötüsü, kendisini Beyaz Türk sananların ezici çoğunluğunun Türkçe gramer ve tarih bilgisi de yerlerde sürünür. 

Cumhuriyet döneminin Devşirme müesseseleri Harbiye, Mülkiye, Tıbbiye ve Hukuk artık eğitim tekelini kaybetmişlerdir. Horlanan taşra sermayesi ise küresel köye açılmış, ufkunu genişletmiş, maddi gücü ile çocuklarına dargelirli bürokrat çocuklarından çok daha iyi eğitim imkanları vermeye başlamıştır. 

Modernist Devşirmeler için Türkiye’deki kötülüklerin anası dindarlık ve Anadolu gelenekleri idi. Anlamlı örneklerden biri, mütevazı taşra asıllı bir yazarın kendisi gibi taşralı olan insanları göbeğini kaşımakla, demokrasiyi hazmetmemekle küçümsemesidir. Gerçekte Beyaz Türk partisi sayılan CHP’ye oy verenler de yukarıda değindiğimiz gibi, babası veya dedesi cahil ve köylü olan, atlet ve çizgili pijama giyen insanlardı. Kendisini Anadolu’dan üstün görenlerin en azından Türkçe’yi doğru telaffuz eden, doğru yazan, sabahları duş alan, çamaşırlarını hergün değiştiren, ter kokmayan, “insan”a saygılı, ve nihayet ezber değil tefekkür erbabı olmalarını beklemek bugün için biraz uzak hayaldir. 

Sınıfların Siyasi Yansıması 

CHP şüphesiz muhafazakar bürokratik partidir. Tarihi Devşirme Partisidir. Lakin bürokrasi geçtiğimiz 13 yıl içinde yükselen Anadolu burjuvazisinin eline geçmiş, CHP bir anlamda misyonsuz kalmıştır. Ancak CHP, tarihi misyonundan sıyrılarak yeni bir misyon edinmiştir. Açmazlar içindeki bu parti sol olduğunu iddia ederken, temsil etmesi gereken kitlelerin kültürüne yabancılığını inadına sürdürmüş, onların değerlerine zıt “Beyaz Türk”lerin partisi olmuştur. 

Tanzimat Devşirmelerinden gelen Batı hayranlığı ve aşağılık kompleksi üzerine kurulu müfredatla yetişen katı Batıcı klonlarıyla, medeniyetinin büyüklüğünün farkında olan Anadolu halkı arasında hasmane duygular vardır bugün. 

Türk eğitim sistemi maddeci, dünyacı, insanların manevi ihtiyaçlarını, ebedi arayışlarını hiçe sayan müfredatta ısrarını sürdürdükçe bu iki sınıf arasındaki uçurum giderek derinleşecektir. Batı medeniyeti evrensel değildir. Diğer medeniyetlerle birarada yaşama becerisi yoktur. Onları ya yoketmek, ya da asimile etmek ister. Günümüzde Batı medeniyetine karşı İslam medeniyeti dışında alternatif kalmamıştır. İslam medeniyetinin temsilcisi de Osmanlı’nın devamı Anadolu’dur. 

Bu kapsamda Anadolu değerlerinden kopuk, Batı tarafından da artık gereksiz görülüp dışlanan Devşirme ne yapar? Bu noktada iki şık görünmektedir: Ya Anadolu kendisine yabancılaşan şaşkın devşirmeyi kendine çekecek, onu re-asimile edecek, ya da Devşirmeler Anadolu ile kucaklaşmayı, aslına dönmeyi reddedecek, belki Batı’ya yerleşecek, büyük ihtimalle önce deist, sonra da Batı dini içinde eriyip yokolacak. Bu ihtimal özellikle Avrupa, ABD ve Avustralya’daki ortada kalmışlar için sözkonusu olacaktır. 

Başkanlık Sistemi 

Osmanlı yönetim tarzı günümüz başkanlık sistemi gibiydi. Enderun müderrisleri tarafından eğitilen Padişah, devleti kendisi gibi Enderun’da yetişen vezirleri aracılığıyla yönetiyordu. (ABD başkanlık sistemi benzeri) Bu sistem kabaca 1950 seçimlerine kadar devam etti. 1960 askeri darbesinden sonra Türk devlet geleneğine aykırı koalisyonlar devri başladı. Bünyeye zıt yeni sistem ülkeyi ekonomik çöküşe, müteakip cunta darbelerine ve istikrarsızlık girdabına soktu. Partier kapanıp yeni isimlerle açılırken, kaotik koalisyonlar sürekli yenilenirken, değişmeyen tek güç vardı. Devletin değişmez sahipleri olduklarına inanmış tarihi bürokratik devşirmelerin düzeni. Evet devleti onlar yönettiklerini sanıyorlardı. Velakin başlarında padişah yoktu. Başsız kalan bürokrasinin idare boşluğunu artık müesseseleşmiş İstanbul sermayesi doldurdu, yoz generalleri kullanarak hükûmet kurup hükûmet devirmeye başladı. Bu durum Recep Tayyip Erdoğan ile son buldu. 

Yükselen Anadolu burjuvası Erdoğan’ı önüne kattı, sahipsiz kalan askeri ve sivil bürokrasiyi 2002 seçimleriyle emri altına aldı. Devlet mekanizması Atatürk’ten sonraki en karizmatik lider Erdoğan ile disiplin altına girdi, generaller ve sivil yönetim emir alacakları, itaat edecekleri meşru otoriteyi buldular. 

Şimdi Tarihi Soru! Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’dan tevarus ettiğimiz Devşirme sistemi ölüyor mu? Kesinlikle hayır! Sadece yabancılaşan, Erdoğan’ın tabiriyle “yerli olmayan” ayıklanıyor. İki asırlık kaostan sonra Tayyip Erdoğan’da liderini bulan “Anadolulu Neo-Devşirme” ülke yönetimini devralıyor. Tarihi Devşirme sisteminin 21. Yüzyılda devamı, Başkanlık sistemini gerekli kılmaktadır. Enteresandır, tarihi devşirme bürokrat partisi CHP tabii olarak Başkanlık sistemini savunması gerekirken kafa karışıklığı ile kendisine tezat düşmekte, Erdoğan zıtlığı için aslına dönüşe karşı çıkmaktadır. 

Türklerin Köklerine Dönüşü ve Batı’nın Tepkisi 

Batı Medeniyeti Emperyal gelirinden mahrum kalıp eski şatafatını yitirmeden önce kendisinden çok emindi. Dünya ekonomik ağırlığı Pasifik Batı’sına, Çin, Japon, Kore, Hindistan gibi ülkelere kaydıkça Batı’nın özgüveni sarsılmaya başlıyor. Bu sarsılma Batı kopyalarının da özgüvenlerinde travmaya yolaçmaya başladı. Batılı gelecek kuşkusu ile psikolojik bunalımlara girer, özgüvenini kaybederken, palazlanan Anadolu burjuvası Osmanlı genlerinden gelen içgüdü ile küllerinden yükseliyor, özgüven tazeliyor, bölgesel ve Avrupai güç olmaya soyunuyor. 

Avrupa’nın tepkisi: Sultan Erdoğan arkaik müslüman Osmanlı’yı geri getirmeye çabalıyor. Aşağılık kompleksinde, aslından utananlar da koroya katılıyor. Bu reaksiyonda iki hata var: Öncelikle, eğer Erdoğan Türkiye’yi arkaik, zayıf bir noktaya götürmekte ise Avrupa’ya rakip olamaz, o halde dert nedir? İki, eğer Türkiye gerçek bir dünya gücü olmaya gidiyorsa niçin onunla birleşmemeli? Burada Batı medeniyetinin diğer medeniyetleri aşağı gören “dışlayıcı” karakterini görüyoruz. 

Ve nihayet; Anadolu halkı makam sahiplerini tarih boyunca sanki gökten zembille inmiş “zıllullah” temsilcisi olarak gördü, hiçbir zaman onların taşralı, fakir ve cahil kökenlerini sorgulamadı. Bunu sorgulamak akıllarına bile gelmedi. Bugün de bir general, vali veya büyükelçi gören insanın aklına onların çarşaflı anne ve takunyalı, takkeli bir babanın çocuğu olabilecekleri gelmez. Makam ve sermaye sahiplerinin çoğu da halkı horlarken bu asıllarının hatırlanmasından rahatsız olurlar. Artık halkı horlayanların dedelerinin, ninelerinin, kökenlerinin sorgulanması zamanı geldi.

Bunlar da hoşunuza gidebilir: